Ermenilere yönelik soykırımın tanınması adaletin zaferidir

Ermenlilere yönelik soykırımın Federal Mecliste yapılan oylama sonucu tanınması, adaletin bir zaferidir, aydınlanmanın bir zaferidir.  Bir Alman parlamentosunun Ermenilere yönelik soykırımı nihayet kayıtsız şartsız tanıması 100 yılı aşkın bir zaman aldı.  Bu oylama aynı zamanda, devletin yüce çıkarları olarak kabul görmüş olan ve İmparatorluğun bu korkunç suçtaki suç ortaklığının sessizlikle geçiştirilmesini öngören anlayıştan bu kopuş anlamına da gelmektedir.

Bundan bir kaç hafta önce, 24 Nisan 2016 tarihinde Ermenilere yönelik soykırımın yıldönünümüydü. Ermeni siyasetçilerin ve aydınların, Osmanlı İçişleri Bakanı Mehmet Talat’ın emri üzerine İstanbul’dan sürülmesiyle başlayan bu acımasız eylemin üzerinden 101 yıl geçti. Bugünkü meclis oylamasıyla burada, bu korkunç suçun 1,5 milyon kurbanını anıyor ve onların anısı önünde derin bir üzüntüyle ve saygıyla eğiliyoruz.

O günden bu yana yüz yılı aşkın bir süre geçti. Sürgün edilenlerin isimlerini bilen kimse kalmadı neredeyse. Diyarbakırlı yazar Rupen Zartaryan’ın, İstanbullu şair Yeruhan’ın veya Gümüşhaneli roman yazarı Dikran Çöküryan’ın adını duyan var mı aramızda? Onların hepsi utanç verici bir şekilde katledildi. Evet hatta denebilir ki, onlarla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürünün bir parçası da , dünya kültürünün bir parçası da yeryüzünden silindi.

Ermenilere yönelik soykırım kapsamında, 15 Haziran 1915 tarihinde İstanbul’un Sultanbeyazıt semtinde asılarak idam edilen sosyaldemokrat Hınçak Partisi’nin mensubu olan çoğunlukla genç 20 aktivisti hatırlayan kimse kaldı mı? Bugün soykırıma bu şekilde start verildiğini hatırlatanlar, soykırımcıların sempatizanları tarafından teröristlerin dostu olarak karalanıyor. Yüz yıllık bir zaman dilimi, bazen bir gün kadar sürer. Bugün de hala soykırımı çelişkili iifadelerle inkar edenler ve aynı zamanda haklı gösterenler, umutlarını bu suçun unutulmasına bağlıyor, umutlarını bu hatıranın yok olup gitmesine bağlıyor.  Adı geçen Hınçak Partisi’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk sosyalist parti olduğunu bugün hala hatırlayan var mı? Onların Komünist Manifesto’yu Boğaz’da ilk yayınlar olduklarını bugün hala hatırlayan var mı?

Bugün Ermenilere yönelik soykırımı anıyorsak, söz konusu olan aynı zamanda yitip gidenlere dair hatıranın yeniden kazanılmasıdır, ortadan silinenlerin hatırlanmasıdır. Kemah Boğazı’nda katledilenlerin veya günümüz Suriyesi sınırlarında bulunan çöllerde hayatları kaybedenlerin hatırlanmasıdır. Bu tahayyül bile edilemeyecek eylemi unutturmak için en başından itibaren her yol denendiği için, bu hatırlama bu denli zordur. Sadece katledilenlerin hatıraları silinmek istenmemiştir: aksine, hepsinin isimleri ve ortaya çıkardıkları kültürel ürünler de ortadan kaldırılarak, geçmişte kalmış yeryüzündeki varlıklarını gösteren taşlamış belgeler de imha edilmek istenmiştir. Vefat eden babamın anlatımlarından öğrendiğim kadarıyla, anne-babamın Erzincan’daki köyünde eskiden bir Ermeni kilisesi varmış. Bu kilisenin yerinde bugün köyün okulu bulunuyor. Artık başka bir tek taş bile geriye kalmamış. Eskiden Alevi mezarlığının hemen yanıbaşında bulunan Ermeni mezarlıklarından da geriye en küçük bir iz kalmamış.

Bugün  de hala, soykırımı hatırlatma konusunda en küçük bir girişimde bulunanlar, Kürt veya Ermeni teröristlerin dostu olarak karalanmaktadır. İslamcı Türk Hükümeti, kendisini tamamen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın emrine sunmuş bir şekilde, umudunu milliyetçi seferberliğe, milliyetçiliğin her türlü zincirden kurtarılarak ortalığa salınmasına bağlamaktadır. “Terörist eşittir Ermeni” denklemi,  soykırımcılar tarafından sürdürülen devasa propagandist çabalarla kafalara kazınmak istenmektedir. Ve üstüne üstlük toplum, bu teröristleri savunup bir de tarihin aydınlatılması konusunda ısrar edenlerin kendilerinin de Ermeni olması gerektiğine ve bütün diğer Ermenilerle aynı kafaya sahip olduğuna inandırılmak istenmektedir. Daha da ileri gidilerek, Ermenilerin terörist oldukları için ölümlerinden kendilerinin sorumlu oldukları düşüncesi savunulmaktadır. İşte bu denklem, Ermenilere yönelik soykırımı onaylayan düşünme tarzını yansıtmaktadır. Bu soykırımcı düşünce tarzı, devasa bir propaganda bombardımanıyla Türk toplumunun bir kısmında ayakta tutulmaktadır. Hedef, halkın büyük bölümlerinin bir baskı sisteminin çarpıcı bir örneği olan bu sisteme onay vermesini sağlamaktır. Ve işte tam da bu nedenle kendi adıma karar verdim: Erdoğan taraftarlarının bana yönelik tehditlerine ve “Ermeni orospu”dan “Kürt terörist”e kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan sayısız bayağı hakaretlerine boyun eğmeyeceğim; beni yıldırmalarına izin vermeyeceğim. Erdoğan ve onun yandaşları, 1915’teki soykırımcıların jargonunu kullanmaktadır. Bu insanlara hadlerini bildirmenin tam da zamanıdır. Başbakan Merkel ve Başbakan Yardımcısı Gabriel, Ermenilere yönelik katliam konusundaki oylamaya katılmayarak onları bir kez daha cesaretlendirmiştir. Şimdi, bu insanlara daha fazla cesaret vermeme zamanıdır.

O korkunç katliamların ve zulümlerin üzerinden bu yana yüz yılı aşkın bir süre geçti. Ancak Ermenilere yönelik soykırım, Türk hükümeti tarafından hala inkar edilmektedir. Fakat Federal Hükümet de her zaman, Almanya’nın soykırımın sorumluluğundaki payını göreceli kılmaya çalışmıştır. Alman kamuoyu hala, sadece soykırımın değil, Alman ordusu ile siyasetçilerinin sağladığı yardımın gerçek boyutları hakkında önemli ölçüde bilgi sahibi değildir. Federal Meclis, Ermenilere yönelik olarak gerçekleştirilen katliamların ve sürgünün hatırlatılması konusunda 2005 yılında aldığı kararında, gerçeğin tümüyle ortaya çıkmasından kaçınmıştı. Bu kararda şöyle denmektedir: “Federal Meclis, Ermenilere yönelik organize sürgün ve imha konusunda çok yönlü bilgilere sahip olmasına rağmen, vahşeti durdurma yönünde girişimde dahi bulunmamış olan İmparatorluğun oynadığı utanç verici rolden dolayı üzüntü duymaktadır.” Ancak tarihsel gerçek, İmparatorluğun rolünün gereken yardımda bulunmama şeklinde tespit edilmesine izin vermemektedir. Alman İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 1. Dünya Savaşı sırasında gerçekleştirilen ve ölümlere yol açan silah kardeşliği göz önünde bulundurulduğunda, Alman tarafının soykırımı gizlemek için her yola başvurduğu görülmektedir. İmparatorluk Başbakanı Bethmann-Holweg, Avusturya’nın dile getirdiği kaygılar karşısında 1915 yılında şöyle demişti: “Tek amacımız, Türkiye’yi savaşın sonuna kadar yanımızda tutmaktır. Bu nedenle Ermenilerin yok olup olmadıkları bizi ilgilendirmez.” Burada da görüldüğü gibi, Almanya soykırıma rıza göstermeye hazırdı. Onun için önem taşıyan tek şey, Osmanlı İmparatorluğu ile silah kardeşliğiydi. Burada bu tutuma örnek olarak, İstanbul’daki Genelkurmay Ana Karargahı I. Başkanı General Fritz Bronsart von Schellendorf‘uın adını anmak mümkündür. Von Schellendorf, Savaş Bakanı Enver Paşa’dan sonra gelen en yüksek rütbeli savaş planlayıcısı olarak görev yapmıştır. Bronsart von Schellendorf sadece Ermenilerin tehcir edilmelerini askeri açıdan bir zorunluluk olarak değerlendirip onay vermekle yetinmemiştir. Aksine; savaştan sonra da Ermeni azınlık hakkında en bayağı ifadeler kullanmıştır. 1921 yılında Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı bir mektupta şöyle demektedir: “Kendi memleketinin dar sınırları dışında Ermeni de, aynı Yahudiler gibi, evini kurduğu yabancı halkın iliğini sömürerek beslenen bir asalaktır. Her yıl çok sayıda Ermeni, vatanından yola çıkıp Kürdistan’a göç eder. Kısa zamanda sürüler halinde Kürt köylerini istila ederek buraları sömürür ve kendi hizmetine sokar. Sevilmez hale gelmiş Ermenilere yönelen ve büyük oranda Ortaçağı andıran cinayetlerin patlamasına yol açan nefretin nedeni de işte budur.” Buna ek olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda askerlik yapan 800 Alman subay ile 25000 askerin de Ermenilere yönelik soykırıma aktif olarak katıldıklarını belirtmek gerekir.

Almanya’nın taşıdığı bu sorumluluk payı, daha sonraki dönemlerde KPD’yi [Almanya Komünist Partisi] kuran USPD [Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi] milletvekili Karl Liebknecht’in Ocak 1916’da, İmparatorluk Meclisi’ne sunduğu soru önergelerine verilen yanıtlarda da görülmektedir. Liebknecht, Aralık 1914’te savaş kredilerine karşı oy kullanan tek milletvekili olmuştu ve bir dönem üyesi olduğu SPD Meclis Grubu’nun iznine tabi olmaksızın kullanabildiği ve elinde kalmış tek parlamenter araç olan soru önergeleriyle, İmparatorluğun emperyalist siyasetine ışık tutmak üzere İmparatorluk Meclisi’ni bir kürsü olarak kullanmıştı. Liebknecht’in Ermenilere yönelik soykırımı konu alan önergesini, bazı diğer savaş suçlarına, Almanların Belçika gibi, işgal ettikleri ülkelerdeki sivillere yönelik olarak işlediği savaş suçlarına ilişkin soru önergeleri takip etti. Liebknecht şu soruları yöneltiyordu: „Şu anda sürmekte olan savaş esnasında, müttefik Türk İmparatorluğu’nda, Ermeni halkının yüzbinler halinde sürüldüğü ve imha edildiği, İmparatorluk Başbakanının bilgisi dahilinde midir? İmparatorluk Başbakanı, müttefik Türk Hükümeti nezdinde, gerekli olan kefareti ödemesi, Ermeni halkının hayatta kalan kısmının durumunu insan onuruna yaraşır bir şekilde düzenlemesi ve benzeri vahşetlerin yaşanmasını engellemesi konularında hangi adımları atmıştır?” İmparatorluk Büyükelçisi, Dışişleri Bakanlığı Siyasi Daire Başkanı ve Federal Konsey Komiseri Dr. von Stumm bu soruları şu şekilde yanıtlıyordu: “Düşmanlarımızın isyankar girişimlerinden ötürü, bir süre önce Ermeni halkına, Türk İmparatorluğu’nun belli bölgelerine yerleşmeleri ve evlerini bu bölgelerde kurmaları yönünde talimatların verildiği, Sayın İmparatorluk Başbakanının bilgisi dahilindedir. Bu adımların yol açtığı belli bazı etkilerden dolayı Alman ve Türk Hükümetleri arasında görüşmeler gerçekleştirilmektedir. Bu konuya dair ayrıntılı bilgi verilmesi mümkün değildir.” Liebknecht bunun üzerine bir tamamlayıcı soru yöneltmeye çalışmıştı: “Peki şu da Sayın İmparatorluk Başbakanının bilgisi dahilinde midir? Profesör Lepsius, Türk Ermenilerinin neredeyse tamamen kökünün kazındığından söz…” Bu soru, daha Liebknecht’in sözünü tamamlamasına bile izin verilmeden, İmparatorluk Meclsinde alkışlar eşliğinde Meclis Başkanı tarafından engellenmişti. Yani sorunun yöneltilmesi bile istenmemişti. Liebknecht daha sonraki bir açıklamasında, nasıl bir strateji izlediğini şöyle anlatıyordu: “Türk Hükümeti, Ermenilere yönelik olarak korkunç bir kıyım gerçekleştirdi. Bütün dünya bunu biliyor ve Konstantinopel’deki hükümete Alman subayları komuta ettikleri için, bütün dünyada Almanya bundan sorumlu tutuluyor. Sadece Almanya’da kimse bunu bilmiyor, çünkü basının kesi kısılmıştır.”

Belirtildiği gibi, İmparatorluğun hareket tarzı, sonrasında sergilenen, Ermenilere yönelik soykırımı inkar etme ve göreceli kılma yönündeki yaklaşımlar açısından semptomatik oldu. Richard Albrecht’in araştırmalarıyla ortaya çıkardığı sonuçlara göre, İmparatorluğun “Resmi Sansür Kitabı”nda “Ermeni meselesi” konusunda, 1915 sonbahar/kış aylarına ilişkin iki merkezi emare yer alıyordu. Bunlardan birincisi, 7.10.1915, Ermenistan Konusu başlıklı talimattı: “Ermeni meselesi hakkında yapılacak yayınlar ön sansüre tabidir”: “Ermenilere yönelik vahşet konusunda söylenmesi gereken şudur: Türkiye ile olan dostane ilişkilerimiz, Türklerin iç meselelerinin bir parçası olan bu idari konu sebebiyle tehlikeye atılamaz. Tam tersine; şu anki zor durumdan ötürü, tekrar gözden geçirilmesi söz konusu dahi yapılamaz. İleride, yabancı ülkelerden, Almanya’nın suç ortağı olduğu yönünde saldırılar gelmesi durumunda, mesele büyük bir dikkat ve suskunlukla ele alınmalı, sonrasında da Türklerin Ermeniler tarafından tahrik edildikleri ifade edilmelidir.” Bu emarelerden ikincisi; 23.12.1915 tarihli, Türkiye Konusunda başlıklı kayıttır: “Ermeni meselesi konusunda susmak en doğrusudur. Türk iktidar sahiplerinin bu meseledeki tavırları pek övgüye layık değildir! […] Türk müttefiklerimizin prestijlerine bir şekilde halel getire her türlü anlatımdan sakınılması gerekmektedir. […] Ermeni meselesi hakkında yazılacak makaleler ön sansüre tabidir.” İmparatorluk ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki silah kardeşliğinin, sadece Ermenilere yönelik soykırım açısından değil, bu soykırımın daha sonraki dönemde inkar edilmesi ve göreceli kılınması açısından da sürdüğünün altı çizilmelidir.

Oylamaya sunulan karar metninde, İmparatorluğun Ermenilere yönelik soykırıma sunduğu desteğin gerçek boyutları göz önünde bulundurulmamış olsa da, en azından Alman İmparatorluğu’nun bu suça ortaklığından söz edilmektedir. Ölüm yürüyüşlerinin “sürgün” olarak nitelendirilmesi, tarihsel gerçekliği ıskalamaktadır. Buna rağmen metinde, konunun önemli bir boyutu olan soykırımın tanınması ve aynı zamanda İmparatorluğun suç ortaklığı doğru bir şekilde ortaya konmuştur.

Barışmanın ve ortak bir geleceğin yolunun açılması, ancak soykırımın samimi bir şekilde tanınması ve aydınlığa kavuşturulmasıyla mümkündür. Burada Almanya’da yaşayanlar olarak bizim önümüzde, Ermenilere yönelik soykırım konusunda, aynı şekide Almanya’nın bu soykırımdaki sorumluluk payının tanınması ve aydınlatılması konusunda katetmemiz gereken bir mesafe vardır. Çünkü bu konuda somut siyaset açısından henüz bir sonuç çıkarılmamıştır. Benim açımdan bu emperyalist suçtan çıkarılacak ders, daha fazla Alman silahıınn ihraç edilmemesidir. Aynı şekilde çıkarılacak ders, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’de Kürtlere karşı sürdürdüğü ve 500000 insanın göç etmesine, yüzlerce sivilin yaşamını kaybetmesine yol açan savaş, Erdoğan tarafından silahlandırılmış islamist terör çetelerince Suriye’deki Kürt bölgelerine, yanı sıra Suriye’deki Kesab gibi Ermeni köylerine islamist milisler tarafından Türkiye’den de düzenlenen saldırılar göz önünde bulundurularak, Erdoğan rejimiyle silah kardeşliğine son verilmesidir.

Das könnte dich auch interessieren …