Irkçıların asıl hedefi bizim birliğimiz

Önceki gün açıklanan Federal Anayasayı Koruma Örgütü’nün 2005 raporuna göre, Almanya’da geçtiğimiz yıl aşırı sa» şiddet eylemleri yüzde 24 oranında artarak bine ulaştı. Öte yandan aşırı sa»cıların sayısının da artış kaydettiği belirtilen rapora göre, Almanya’da 15 bini aşkın ırkçı şiddet eylemi yapmaya hazır. Her yıl açıklanan raporun bu yıl ırkçı saldırıların tartışıldığı bir dönemde açıklanması, dikkatlerin rapor üzerinde yo»unlaşmasına yol açtı. Tartışma gündeminin başında Sol Parti.PDS Berlin Eyalet Milletvekili Gıyasettin Sayan’a yapılan ırkçı saldırının ve Do»u eyaletlerindeki birçok kentin göçmenler için "tehlikleli bölge" ilan edilmesinin yer aldığı koşullarda bu durum elbette sürpriz olmadı. Kaldı ki; Sol Parti.PDS Federal Meclis grubu tarafından aylık olarak sunulan soru önergelerine İçişleri Bakanlığı’nın verdiği yanıtlar da bu gelişmeyi belgeliyordu.

Başta İçişleri Bakanı Schäuble olmak üzere hükümet adına yapılan açıklamalara, bir yanda kaygılanmaya gerek olmadığı ve her türlü önlemin alındığı yönlü teselli çabaları hakim oldu. Öte yanda aslında sorunun fazla abartılmaması, yaklaşan futbol dünya şampiyonası arefesinde gelecek turistlerin huzurunun kaçırılmaması ve Almanya’nın dışarıdaki imajının zedelenmemesi gerektiği görüşü de sıkça dile getirildi. Sanki ülke imajına zarar verenler ırkçı saldırganlar değil de, konuyu gündeme getirip tehlikeye dikkat çekenlermişçesine, ırkçılıkla mücadele edilmesini isteyenler suçlandı.

Hatta Bavyera İçişleri Bakanı Beckstein bir adım daha ileri giderek işi, “aslına bakılırsa bir Türk Münih’te Ankara veya Istanbul’da olduğundan daha fazla güvenliktedir” demeye vardırdı. Hatırlanacağı gibi birkaç hafta önce de Federal İçişleri Bakanı Schäuble, Potsdam’da Etyopya kökenli bir Alman vatandaşının saldırıya u»raması nedeniyle “bu ülkede sarışın ve mavi gözlü insanlar da yabancıların saldırısına u»ruyor” demişti.

Irkçı-neonazi saldırganları cesaretlendiren ve saldırıların artmasına zemin hazırlayan yaklaşımı, yukarıda yaptığımız iki alıntı özetliyor. Ancak buna rağmen ırkçı saldırıların artmasıyla izlenen yabancılar politikası arasında ba» kurulmasına karşı çıkma çabaları, tartışmalarda dikkatlerden kaçmıyor. Oysa hükümetin yaklaşık yedi ay önce kurulduğu günden bu yana bir türlü gündemden düşmeyen “entegrasyon ve vatandaşlık” konulu tartışmalarda, göçmenler sürekli politikacıların sözlü saldırılarının hedef tahtasına yerleştirildi. Her fırsatta “bunlar uyuma karşı”, “göçmenler dil ö»renmek istemiyor”, “çocukları şiddet eğilimli”, “dini inançları ve töreleri bizim anayasal düzenimize ters” türünden suçlamalarla göçmenleri bu ülke açısından büyük bir tehdit unsuru olarak gösterenlere, “Önyargıları derinleştiren bu tartışmalar, artan saldırılara hiç mi zemin hazırlamadı?” diye sormak gerekiyor.

Hatırlanacağı gibi, 90’lı yılların basında Almanya’daki temel anayasal haklardan olan sığınma hakkının budanması gündeme geldiğinde de benzeri bir süreç yaşanmıştı. O dönemde medyanın da desteğiyle sürdürülen ırkçı kampanya Rostock, Mölln ve Solingen’de yaşanan acı olaylarla sonuçlanmıştı.

Şimdi politikacıların yaptığı, ırkçılı»a ve neonazi saldırılara karşı mücadelenin güçlenerek süreceği yönlü açıklamaları eğer samimiyse, ilk başta halkı Alman-göçmen diye bölen, önyargıları pekiştiren bu tartışmaların sona ermesi, göçmen karşıtı taleplerle oy avcılığı yapma politikasına veda edilmesi gerekir.

Irkçılı»a karşı mücadele, sadece yasalarla ya da polisiye önlemlerle başarıya ulaşamaz. Elbette bu alanda da alınacak bir dizi önlem var. Irkçı saldırganların cezalandırılması, ırkçılığın ve neonazizmin bir düşünce değil, insanlık suçu olduğu yaklaşımıyla bu örgütlerin propagandalarının ve faaliyetlerinin yasaklanması gerekir. Ancak bundan da önemlisi, bu alanda verilecek toplumsal mücadeledir. Şimdi süren tartışmadan çıkarılması gereken önemli ders, bu alanda çalışmalar yapan kuruluşların daha fazla desteklenmesi olmalıdır. Başta Do»u eyaletlerinde olmak üzere yıllardır bu konuda özverili bir çalışma sürdüren demokrasi güçlerinin maddi sıkıntılarla bo»uştuğu biliniyor. Federal İçişleri Bakanlığı ise, bu inisiyatiflere sunulan desteği artırma yerine kısıtlamalara yol açacak yeni düzenlemeler planlıyor. Almanya’nın imajının zedelenmesi istenmiyorsa, bu değerli çalişmaların, halkların dostluğu için gösterilen bu çabaların daha fazla desteklenmesi gerekmez mi?

Son olarak bir önemli noktaya daha değinmeden geçmeyelim. Aylardır süren entegrasyon tartışmaları kapsamında bütün göçmenlerin zan altında bırakıldığını, bu ülke için bir tehdit olarak gösterilmek istendiğini söyledik. Bu tartışmalar şüphesiz göçmenler, özellikle de Türkiye kökenli göçmenler üzerinde derin izler bıraktı. Bu gelişmelere vereceğimiz yanıt, daha fazla kendi kabuğumuza çekilmek olamaz. Aynı şekilde yaşanan son ırkçı saldırılar da, bir bütün olarak Alman halkına “ırkçı-neonazi” etiketi yapıştırılmasını haklı kılmaz. Göçmenlerin topyekün tehdit olarak gösterilmesi ne kadar yanlışsa, yerli halka topyekün aynı gözle bakmak da o kadar yanlış olur. E»er bu ülkede şiddet yanlısı 15 bin neonazinin varlığından söz ediliyorsa, bu ayni zamanda geri kalan 82,5 milyonun da şiddet yanlısı neonazi olmadığını gösterir. Günümüzün görevi; dil, din, ulusal köken farkı gözetmeden, bu onmilyonların demokratik ve sosyal haklar için elele verebilmesini sağlamaktır. Irkçılı»a, yabancı düşmanlığına ve ayrımcılı»a karşı birleşebilmemizin, önyargıları aşmamızın yolu da buradan geçiyor.